İman ve İslam

“Taşralılar (bedeviler) ‘iman ettik’  dediler. De ki:  ‘Siz iman etmediniz, fakat  ‘İslam olduk’  deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.” (Hucurat: 49/14)



Ayetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslam birbirini tamamlayan, lakin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır. Ayetteki  “İslam olduk”  ifadesi, “müslüman olduk” tur ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu, Buhari ve Müslim dahil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir:



“Sa’d b. Ebi Vakkas’tan: Allah Rasulü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki



‘Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’  Allah Rasulü şöyle cevapladı:



“Hayır, belki müslim!” Sa’d üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebi’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah Rasulü buyurdu ki:



“Ey Sa’d, kuşkusuz ben bir adama ondan daha çok sevdiklerin dururken yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.”[505]



Hadisin devamında Zühri’nin bir açıklaması var: “Biz görüyoruz ki İslam kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”



İman ve İslam ayrımı, bir başka ayette de yapılır:



“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...” (Ahzab: 36/35)



Allah Rasulü, iman ve İslam’ı şöyle açıklamışlardır: “İslam, dışta ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.”[505] Bu hadiste de iman ve İslam bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lakin birbirinin aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla İslam’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslam’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir:



“İslam beş şey üzerine bina edildi: Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın rasulü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, hac ve Ramazan orucu.”[505]



Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem: Namaz, zekat, hac ve oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler.  Geriye  bir  madde  kalıyor ki, o da  kelime-i şehadette  ifadesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in O’nun rasulü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye bağlı. Şehadet olmadan ne namaz ve zekat, ne hac ve oruç olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da bunların tümünün zahirde olup biten şeyler olması. Hadisteki birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada  “iman etmek” değil; “şehadet etmek” şart koşulmaktadır. Şehadet etmek ise, sözle yapılan zahirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.



O halde İslam bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslam, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak, şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir. İslam, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı, Cebrail, Allah’ın Rasulü’ne bir  “İman nedir?” bir de “İslam nedir?” diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebi de ayrı ayrı cevaplar vermezdi. Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslam’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda “Allah’a, meleklere, kitaplara, rasüllere, ahirete ve kadere iman etmek”[505] olarak tarif eden Allah Rasulü, kendisine İslam sorulduğunda namaz, zekat, oruç ve haccı zikretmiştir.[505]



İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslam da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah Rasulü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni “iman”la değil; “İslam”la tanımlamış ve buyurmuştur ki:



“Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”[505]



Bu uyarı da gösteriyor ki “İslam”, mü’min bireyin müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir?” sorusuna bu nasslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslam’a sarılıp kurtuluşa (selamet) eren, insanların da elinden ve dilinden selamette olduğu; varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selam) garantisi ve bu garantiyi, karşılaştığı her insana selam vererek peşinen taahhüd eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için selam vermek “en hayırlı İslam” olarak tanımlanmıştır:



“Bir adam Nebi’ye sordu: 



‘Hangi İslam daha hayırlıdır?’ Buyurdu ki: 



“Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selam (barış ve güven taahhüdü) verirsin, işte en güzel İslam budur.” 



İslam’ın en güzel sembollerinden biri olan selamın günümüzde içi boşaltılmış ve öz manasından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, ruhundan soyutlanan diğer imanî ve İslamî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür. Oysa ki selam, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki “selam”, aynı kökten geldiği  “İslam”ın bir tezahürü olarak ortaya çıkar. İslam’sa, imanın bir tezahürüdür.



Din, hem imanın hem İslam’ın ortak adıdır. İmansız İslam mümkündür, lakin  makbul  değildir. Hucurat  suresinin 14. ayet-i kerimesi  de bunun delilidir.



Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden  “İslam olmak”  kendi içerisinde iki kısımda mütalaa edilir:



1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği Hucurat: 49/14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen manada münafık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslam’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu ayette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslam” olduğunu izah etmiş ve iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda  “müslim”  olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir:



“Eğer Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Hucurat: 49/14)



2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler: Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münafıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münafıklar gibi) münafık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri açısından daha  yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu ayet, bu tür münafıklığı iyi açıklamaktadır:



“Onlar ki inadılar, sonra inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.” (Nisa: 4/137)



Din, iman ve İslam’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman tasdik, İslam ameldir. İman, kalbin ameli; İslam, bedenin imanıdır. İman, muharrik kuvvet; İslam, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir. Bu nedenle İslam, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslam şeriatı” olarak kullanılır; “İman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile eşleştirilir ve “imanın hakikatı” denilir; “İslam’ın hakikatı” değil. İslam’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatın hükmü de odur. Hakikatsız şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşruiyetini İslam’dan alırsa makbul olur.



İmanla İslam arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde  “İslam’ın şartı” olarak biline beş rükûn, ameli ilgilendiren  (şehadet, dilin amelidir) maddelerdir.



Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile de İslam ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; İmanla ameli ayırmak, imanla İslam’ı ayırmak demektir ki, bu durumda ortada ne iman kalır, ne İslam! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icma etti: İman, İslam’dan; İslam da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman ve İslam mana olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslam ise ikrar, inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve Rasulü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasulü’ne itaat edendir.”[505]



Kuru bir  "iman ettim"  sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifadesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi  "ben, Allah'tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah'a bağlanıyorum. O'nun otoritesine giriyorum." demiş olur. Sonra da O'nun otoritesini hiçe sayıp, heva ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah'ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.



İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur.



"İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: 'Allah'a ve ahiret gününe iman ettik'  derler; halbuki onlar, mü'min değillerdir." (Bakara: 2/8) 



"Allah'a ve Peygamber'e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü'min değillerdir." (Nur: 24/47)  



"Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik'  diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (Enfal: 8/20-22)



Görüldüğü gibi ayet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor.



"Ey iman edenler, Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak O'na teslim olmuş olarak can verin." (Al-i İmran: 3/102)



İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir:



"İnsanlar,  'iman ettik'  demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Halbuki biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir."  (Ankebut: 29/2-3)



Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidayet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur.



“Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” (Hucurat: 49/7)



İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibaret değildir. 



“İman, istek ve süsten ibaret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.”



İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa, sadece  söz ile  sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasülüllah’ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır.



“De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe: 9/24)



İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, Rasülü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasülüllah, bu konuda şöyle buyurur:



“Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi,  3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.”



“Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”   



İman dediğimiz şey, Allah ve Rasulü'ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah'ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücadele vermede de şekillenmelidir. Allah'a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helale ittiba etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar.



"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasulü'ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir." (Hucurat: 49/15)



İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah'tan korkup Allah'ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesi Allah'ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder ve O'ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar.



"Allah'ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah'ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır." (Ahzab: 33/39)



İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz,  en sağlam kaynaktır.  Vahye sarılmak, Allah'a bağlanıp, araya aracılar koymadan, doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızı Allah'a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü'minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.



"Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasulü'ne davet olundukları zaman, mü'minlerin sözü ancak,  'dinledik ve itaat ettik'  demelerinden ibarettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (Nur: 24/51-52) 



"Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü'min erkek ve mü'mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır." (Ahzab: 33/36) 



"Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar."  (Nisa: 4/65)



Görüldüğü gibi, mü'min erkek ve mü'mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi heva ve hevesine göre hareket edemezler. Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmek zorundadırlar. Allah'a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah'a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasulü'nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasulü olmalıdır. Aksi, sapıklıktır.         



İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi;  güzel amellerle süslenmeyen kalbteki imanın manevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbadetler, güzel ahlak, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan vasıtalardır. Salih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin,  mürşid  ve  vâizin,  hitabettiği  topluma faydasızlığı  gibi;  kişiyi olgunlaştırıp manen geliştirmekten yoksun bir cevherdir. O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; salih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda  “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur.” Sözü meşhur olmuştur. [505]