Tevazunun Sırrı

Kuran’da haber verilen tüm bu mümin özelliklerine baktığımızda, tevazunun imanın doğal bir sonucu olduğunu görürüz. Nitekim Kuran’da iman edenlerden söz edilirken, tevazunun onların doğal hali olduğunu anlatır. Yani müminler mütevazi davranmaya çalışan insanlar değildirler; içlerinde bulundukları ruh hali nedeniyle zaten doğal olarak öyledirler. Bir ayette müminlerden söz edilirken "O Rahman’ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman 'Selam’ derler" diye bildirilir. Bir sonraki ayet ise bu doğal tevazunun nedeni açıklanır[124]:



Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyama durarak gecelerler. (Furkan Suresi, 64)



Yani müminlerin tevazusu, Allah’a karşı olan teslimiyetlerinin bir sonucudur. Alçakgönüllülükleri, dünyanın sırrını anlamış olmalarından, yani Allah’ın varlığını ve gücünü kavramalarından kaynaklanır.



Dolayısıyla bu kitapta sözünü ettiğimiz gerçek tevazu, ancak ve ancak imanla elde edilir.



İman dışında bir yolla gerçek bir tevazunun elde edilmesi ise imkansız gibidir. Çünkü iman etmeyen insanların dünyasındaki "mütevazi" kişiler, aslında "ezik" kişilerdir. Bu dünyada dünyevi kıstaslar tek ölçü olduğu için, bu kıstasları elde edenler kibirlenirler, elde edemeyenler ise ezik ve güvensiz bir karakter geliştirirler. Zenginler her zaman için kibirli, fakirler ise her zaman için eziktirler. Bu eziklik ise gerçek tevazudan, yani asil ve vakarlı bir alçakgönüllülükten çok uzaktır.



Kuran’daki Karun kıssası bu konuda bize önemli bir yol gösterir. Ayetlerde Karun’un zenginliği dolayısıyla kibirlenişinden söz edilirken, bir yandan da Karun’a özenen ve onun gibi olamadıkları için hayıflayan kişilerden bahsedilmektedir. Bu iki grubun dışında kalanlar ise imanın sırrını kavramış olan salih müminlerdir:



Böylelikle (Karun) kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: "Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler.



Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun size, Allah’ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" dediler.



Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.



Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkâr edenler felah bulamaz" demeye başladılar.



İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 79-83)



Karun’a özenenler belki Karun kadar kibirli değildiler, hatta belki "ezik" insanlardı. Ama eğer onun yerine konulsalar, bu kez belki de onlar Karun gibi kibirleneceklerdi. Çünkü onlar da Karun gibi, mülkün gerçek sahibini ve gücünü kavrayamamışlardı. Bunu kavramaları ancak Karun’un helak edilmesiyle mümkün olmuştur.



Gerçek tevazuya sahip olanlar ise, "kendilerine ilim verilen", yani dünyanın sırrını kavramış müminlerdi. Karun’a özenmemişlerdi, çünkü onun sahip olduklarının önemli bir şey olmadığının farkındaydılar. Eğer kendilerine Karun gibi bir zenginlik verilecek olsa, asalet ve tevazularını hiç değiştirmeden yaşamaya devam ederlerdi.



İşte Karun kıssasında sözü edilen bu "ilim sahipleri", tüm müminler için birer örnektirler. Gerçek tevazunun sadece Allah’a kul olmakla elde edileceğini ve Allah’ın da sadece böylelerine nimetlerini vereceğini insanlara öğretirler. Çünkü onlar "yeryüzünde büyüklenmeyenler ve bozgunculuk yapmak istemeyenler"dir. Verilen nimete, kibirle değil, şükürle karşılık verirler. [125]